Kafes.

Kafes kelimesi ruhumu sıkar ezelden beri. Kuşları da kıskanmışımdır hep, sınırsız özgürlüklerinden.

Ve en çok kuşların gökyüzünü hak ettiğini düşündüğümden,evcil diye adlandırdığımız kafeste yaşayan kuşlara da hep üzülmüşümdür.

Nasıl bir cezadır ki tellerin ardında nefes almak Ya da özgürlüğün onlar için ölüm olması.

Doğada tutunamayacak kadar güçsüz olmak. Bir kaşık yem, bir yudum su ile tellerin ardında nefes almak.

Kuşların özgürlükleri de tıkıştırılıyormuş kafese. Tıpkı insanlığın özgürlüklerinin fikirlere tıkıştırıldığı gibi.

Sonra öğrendim ki; daha büyük kafesler varmış daha kalın demirlerin ardında.

Üstelik kanadı da olmamasına rağmen, üzerine kilit vurulan kafesler.

Kuş olmadan uçmaya kalkmak bir şey bu kafeslerin ardına tıkılmak.

Ve bir de bizim kendimizi kilitlediğimiz,ya da başkaları tarafından tıkıldığımız kafesler var ki; Ne kilidi var, ne de kilidi açacak kadar yüreklisi.

Bir kabusun ortasına sıkışmak gibi.

Nefes almanı güçlendiren ama nefes almak zorunda da olduğun koca bir kafes.

Ve bazen orada unutulduğun.

Bir de marifetli olman lazım.

Bülbül gibi ,saka gibi şakıman lazım ki ; Kafesin afillisini hak edesin.

Yoksa paslanmış kafeste son nefesini verirsin.

Üstelik paradan kaçınılmayan ne cenaze törenini hak edersin,ne de ardından okunacak mevlidleri.

Çelenk değil, papatya bile bırakan olmaz toprağının üzerine.

Kuşları,insanları,fikirleri değil de dünyayı kirleten,yaşamın ve insanlığın sınırlarını zorlayan her ne varsa bunları kafesleyebilseydik, benliğimize ,ruhumuza ve kalbimize ellerimizle kafesler örmeseydik, sanırım özgürlüğe yaşama hakkını verirdik.

Sizce neyi kafese tıkarsak hayat daha güzel olurdu?

Hiç düşündünüz mü?

Şimdi tüm ihanetleri bir kafese koydum.

Mandalını da sıkı sıkı kapattım.

Ne gökyüzünü hak ediyorlar, ne de özgürlüğü.

Beni Duy!

Bazen bir anlık sessizlik isteriz her birimiz.
Bir anlık kendimizi dinlemek isteriz belki.
Ama kaçımız sessizlik istediğimizde, hiç ses duyamadan yaşamak durumunda olabileceğimizi de düşündük ?
Bir ömür süren, tek çocuk sesi duymadan, tek bir melodi duymadan, tek bir türkü söylemeden, tek bir kahkahayı işitmeden yaşamanın ne olduğunu kaçımız düşündük?
Bilemiyorum!
Sessizliği ben karanlığa benzetiyorum.
Geceyi çağarıştırıyor sessizlik ve hüzünle örtüşüyor bence.
Yani kaçımız işitme duyumuzu kaybetmeyi isteriz?
Kulağa korkutucu geliyor değil mi?
Çöp adam çizemeyen ben, bugün katıldığım bir resim sergisinde görmenin ne kadar da muhteşem bir şey olduğunu bir kez daha anladım.
Ve her nedense bir an ressamların (ünlü ünsüz tüm ressamların ) tüm çalışmalarının işitme engelliler için bahşedildiğini düşündüm.
Çünkü resimler sessiz sessiz bağaran, gülen, ağlayan, inleyen ve yaşayan eserlerdir bence.
İşitmeden, işitilmeden yaşayan. Görmeden, tek bir ses duyarak, milyonlarca hayal kurabiliyor insan.
Öyle olmasaydı; yüzünü görmediği ama yüreğini gördüğü bir sese aşık olmak ta olmazdı herhalde.
Ki buna dair hikaye de anlatabilirim size.
Ama duymak bambaşka bir şey bence.
Üstelik işitme yetisini kaybeden birinin resimi, müziği ve şiiri duyması bambaşka bir şey.
Resim, şiir, roman, hikaye tüm bu eserler duymanın diğer türlüsü bence.
Bazen avaz, avaz bağırırsın da duyuramazsın kendini.
Tıpkı kabusunda bağırmak gibi.
Boşluktan ses geri döner.
Bunun gibi.
Bazen de çıtın çıkmaz bir telaş başlar çevrende.
Duydukları senin sessizliğin ürpertir ya çevreni.
İşte o zaman yazmaya gönüllü, yazmaya gayret gösteren, şiir yazmak için ruhunu çırılçıplak ortaya koyan ben,’’bu senin için işitme engelli kardeşim! ‘’ diyorum.
Bu senin için duy beni!
Diğerleri göz ucuyla okuyup geçecek.
Ama sen ruhunda işiteceksin beni.
Bak ben de ruhumun derinliğinden avaz, avaz sana yazıyorum beni duy!
Beni duy!
Bak şükrediyorum duyduğum için ve dua ediyorum sana bir gün kuş cıvıltısını duyabilmen için.
Beni duy!
Ben aşkı, insanlığı, yaşamanın muhteşemliğini, acılarımızı sevinçlerimizi yazmaya çalıştım kalemin çırağı olarak.
İşiten kulaklarına rağmen duymadılar beni.
Duyduklarını sananlar sesimi kesmeye çalıştı.
Beni duy lütfen!
Bu satırları okurken sen duy!
Tıpkı bugün benim resimleri işittiğim gibi ruhunun kulaklarını aç bana.
Benim seni duyduğum gibi beni duy!

Ey Ölüm! Çek Ellerini Çocukların Üzerinden.

Ayıp mı? Günah mı ? bilemiyorum ama ben korkuyorum ölümden. Ölmekten ziyade ölüme tanıklık etmek,sonsuzluğa uğurlamak bunları yaşarken iflasa uğruyor tüm benliğim. Kabul edemesem de mantığımın da kelimeleri tükeniyor. Ve korktukça ölümden o kadar yakınımda oluyor. İlk salayı duyduğumda ezana benzetmiş,ezan olmadığını, salanın ölenin ardından okunduğundu öğrendiğimde de tuhaf gelmişti bana. Çocuktum o vakit. O gün bugündür sala duymak hiç hoşuma gitmedi. Ve ben çocukken bana göre çok yaşlı olanların öleceğini düşünüyordum. En azından böyle düşünmek ölümü kabul etmeme yardımcı oluyordu. Ama böyle düşününce de annemin,babamın ölebilecekleri aklıma geliyor bu düşünce de beni çok korkutuyordu .Ama asla bir çocuğun, bir gencin öleceğini hayal bile etmiyordum. Ölmemeliydi çocuklar, ya da hiç büyümemeli. Ya da ölümsüz olmalıydılar.

Tanrı olmayı bile düşündüm, çocukken ölmemek için. Daha çok elma şekeri yemek, daha fazla oyun oynamaktı niyetim. O zaman hiçbir sala, hiçbir çocuk için okunmazdı diyordum içimden. Sonra herkes gibi ölüm bendende aldıkları sevdiklerimi tanıştık ölümle. Hiçte memnun olmadım kedisiyle.

Dinlerin, evrenin ve bilimin yok olmayı açıklayan geçerli nedenleri var elbet. Ama çocukları öldüren zihniyetleri açıklamaya sanırım ne dinlerin, ne bilimin, ne de everenin gücü yetmeyecektir. Çocuklara tecavüz edenler,çocukları öldürenler dinlere göre cehennemin dibine gitmeli bence. Evren ,koca ağızlı bir canavar olup yutmalı çocukları öldürenleri. Bilim iksirler yapmalı ki bu şahsiyetlere ölümden beter ceza verilmeli.

Dünya çocuklarla güzel .Başka türlü çekilmez dünyanın kahrı . Çocukların gülen gözleri, masumiyetleri paha biçilemez. Dünya çocuklarla güzelken ,neden hızla tükeniyor çocuklar? Neden öldürüyorlar? Neden tecavüze uğruyorlar? Bu sorular depremler yaratıyor beynimde. Ardından okunan salalar,cenaze törenleri hiç yakışmıyor çocuklara . Küçük tabut ,küçük mezar evrenin yönetmenliğini yaptığı, oyuncuları çocuklardan seçtiği kötü yapım bir film gibi. Ben çocukların öldüğü filmler izlemek istemiyorum! Sala ,ağıt duymak istemiyorum! Rüya olsa diyorum. Uyuyor ,uyanıyor , çocukların öldüğü kareler ,haberler, salalar, ağıtlar duyuyor, görüyorum. Ey dünya ! Derdin nedir sen bu çocuklarla?

Çocukları yok ederek dünyayı kirletiyorsunuz! Çocuk salaları okunuyor sizin yüzünüzden.Küçük mezarlarla doluyor memleketim. Çocukların salaları ile inlemesin gökyüzü .Çocuk sesleriyle çınlasın dünya. Ey ölüm çek ellerini çocukların üzerinden. !

Unutmak mı Çocuk?

Biri unutmak mı dedi? Oysa fil gibi hafızan varsa, ne zordur unutmak. Nadasa bırakılmaz hüzünler. Yaşanır ve biter. Hangimiz en büyük acıdan sonra acıkmadık ki?

Kaçımız annemizi gömdükten sonra bir daha sevişmedik ? Kaçımız doğum sancısını unutup bir daha gebe kalmadık ? Kaçımız ilk aşk acısını unutmadık? Aa! Küstahlık edip ‘’unutmadım’’deme . Unuttun elbet. Unuttun! Çünkü bir daha yol aldı kalpler sevmeye. Ve bu seferkinde aşık olduğunu itiraf edecek kadar mert de olamadın. Sattın ya tüm duyguları üç kuruşluk insan için. Unuttun!
Unutun ki ;sevdalar pahalı yüreklerde yaşanır. Duyguları unutma . Sana insan olduğunu hatırlatacak duyguları unutma. Katilleştirme ruhunu. Vefayı unutma ! Yediğin tabağa tükürme mesela . Söylediğin yalanı da unutma . Bir daha aynı şey için sorgulandığında,gülünç duruma düşmezsin. Geldiğin yeri, doğduğun şehri , ananı, atanı , yarini unutma! Ama kini , öfkeyi ve ihaneti unut. Güzel duyguları öldürüp de unutma . Yoksa yaşamanın ne anlamı kalır?
Ben, duyguların Azrail ‘ini ipte sallandırdığımda,çocuktum.Yüreğimden akıttım tüm yaşları. Yüreğimden güldüm kocaman. Balık hafızalı olmak gerek bazen.Devam edebilmek için yola. Hiç bir şey olmamış gibi gülümseyebilmek.Hatta keyifte almak gerek hayattan. Tartmadan, eğrisini,doğrusunu düşünmeden. Balık hafızalı olmak gerek bazen. Fedakarlıkları, yaşanmışlıkları da tartışmaz,tartmazsın o zaman.Kısacası unutmak gerek en çabuğundan .
Unutmalısın ki; tutunmalısın hayatın kıyısından. Laf ebeliğine de gerek yok. Çoğumuz daldaki yaprak gibi Temmuz’un güneşini unutup , Sonbahar’da sarardık ve döküldük. Metroda yapılan yolculuklar gibi , şehrin kat be kat altında iken,şehrin kaldırımlarında ölenleri de kalbimizin , zihnimizin kat be kat altına gömdük unuttuk .
Biri unutmadık mı dedi ? Bir tek alacağımızı unutmadık. Vereceğin olunca hepimiz birden balık hafızalı olduk.Oysa hüzünlerde balık hafızalı ol ki tutun hayatın kıyısından.
Unutmak mı çocuk? Sola, sola unutursun. Unutmak mı çocuk ? Yağmurdan sonra görünen gökkuşağının renklerine aldanıp,toprağın kokusunu içine çektiğinde, sırılsıklam iken unutursun. Güneş belirginleşmesin gökyüzünde.Yağmuru da geceyi de unuttuğun gibi unutursun. Kana , kana su içtiğinde susuzluğu, doyurduğunda karnını , açlığı unuttuğun gibi unutursun.
Unutmak mı çocuk ? Çocukluğun gibi, özleye ,özleye unutursun !

Yağmurların Uzağında.

Yağmur düştüğünde şehre, toprak kokusu ile birlikte tüm özlediklerimin kokusu burnumda.Burnumun direğini sızlatan hasret yakıyor yüreğimi cayır, cayır.Ve ben yüreğimi teslim ediyorum böyle havalarda gökyüzüne,yağmurlar yüreğimin hasretini dindirsin diye.
Ellerimi, yüzümü ıslatan yağmur ,hasretin ateşini söndürmeye yetmiyor biliyorum. Ama bir umut! Yağmur damlalarına, gözyaşımı işliyorum. Bir yağmurlar ele vermiyor beni. Ne kadar varsa içime akan yaş, kusuyorum yağmurla birlikte. Yağmurlar vedadır bende. İlkbahar’ın ilk günleriydi çocuktum o vakit. Günler uzamış,hava daha geç kararıyordu. Akşam ezanı okununca eve giren çocuklardık. Bahardı, günlerden Pazar. Bahçe kapısını açtığımda elinde bavul ,ayakkabılarını giyiyordu babam . Mağrurdu. Üzgündü .Bir yaş daha almış gibi sertti çizgileri. Kocaman eliyle küçücük yüzümü okşadı . Öpmedi bu sefer kokladı. Kardeşimin başını okşadı.
Veda ediyormuş bilemedik ,çocuktuk o vakit. Nereye gidiyorsun? Diyemedim. Ne zaman geleceksin ? Diyemedim. Yalnızca, sessizce baba gitme !dedim. Gitti! Annem ağlamıyordu. Her nedense ağlamıyordu. Hadi Kızım ! dedi. Sofrayı kuralım birlikte . Babam gitmemiş gibi masadaki yerine kimse oturmadı . En sessiz çocukluk gecemdir çocukluğuma dair. Ve böyle geceler defalarca yaşandı evimizde. Arada annemle babamın telefon konuşmalarına tanık oluyordum. Aslında annem dinliyordu. Peki , olur, sen bilirsin gibi sözler çıkıyordu annemin ağzından. Annem erkenden yaşlanmaya ,kadınlığını gömüp sadece anne olmaya adamıştı kendini.
Bunu şimdi genç bir kadın olarak daha iyi anlıyorum ve anneme hayranlık duygum artıyor. Babamın gidişine alışmış ama oldukça da özlemiştim. Ama çocuktum ya işte .Meğer beni çocukluğum iyileştirmiş.Aradan iki yıl geçmişti. Bu iki yılda birkaç kez görmüştüm babamı. Önceleri gelmeyişine anlam veremiyor ,içten içe anneme kızıyordum . Acaba annem mi izin vermiyor ? diye. Çocukluk işte.Babamı görmekten ümidimi kestiğim bir günde bahçe kapımız açıldığında, içeriye giren babamdı. Baba! diye boynuna atıldığım ,dün gibi aklımda. O da beni özlemiş .Öyle sarıldı ki incecik kemiklerim acımıştı. Kızım! dedi, derin bir nefesle. Sonra annemle uzun, uzun konuştular. Biz, salonun camından bahçede konuşan annemle babamı izledik . Sevindim. Oh! dedim .Tamam! Babam eve dönüyor. Böyle hayallere dalmış hasretle camdan babamın yüzünü izlerken, babam bir hışımla gidiverdi. Annem ağlayarak eve girdi. Odasına kapadı kendini . Babamın gidişini anlayamadan ,annemin ağlamasıydı beni üzen. Sonra öğrendim ki ;babam evleniyormuş. Düğün, dernek, masraf yapacağından, bir kaç ay bize nafaka veremeyecekmiş. Bunu konuşmaya gelmiş annemle. Annemse evleneceğine değil ,bu sürede ne yiyip, ne içeceğimize ağlıyorrmuş. Çok geçmeden annem işe girdi. Benim omuzlarıma, yük biraz daha bindi. Ben o günden sonra babamı özlemedim. İte, kaka ,üç ileri, bir geri hayat devam etti.
Bu arada babam, o günden sonra bir daha nafaka vermedi. Uzun bir süre görmedik babamı . Liseyi bitirmeme yakın yağmurlu bir Pazar günü bahçemizin kapısı açıldı.Babamın saçları aklaşmıştı . Yüzü hüzünlüydü. Gözlerinde telaş vardı. Babam yalnız değildi. Bir kız çocuğu elinden tutmuş,arada babamın yüzüne arada bahçeye, arada bizim yüzümüze bakıyordu.- Hoş geldin baba! dedim ,sarıldım . Bu sarılmada babamın sıcaklığı yoktu .Çünkü tüm baba sıcaklığını elinden tutuğu kız çocuğunun eline vermişti. Buyur ettik .Oturduk bir müddet sessizce. Sonra babam yanındaki kıza: – Ablanla tanış .Dedi. -Ben Yeşim .Dedi, kız çocuğu . -Merhaba . Bir kardeşim olmuş . Aynı şehirde nefes almışız onca sene . Tanıştık. Yeni tanıştığım bir kızda, kendi yüzümü aradım. Tenimi benzettim .Saçımın dalgasını ,gözlerimi aradım yeni tanıştığım kız kardeşimde. Sadece annem yoktu o kardeşimin yüzünde. Ama ne olursa olsun kardeştik işte. Sevindim aslında. Bir kardeşim vardı. Ne güzel! Birlikte gezebileceğim,sinemaya gidebileceğim bir kardeşim. Ama hayallerim kadar iyi niyetli değildi hayat . Bir iki kez görebilmiştim onu. Sadece bir iki kez. Aynı kandan olsak ta yalnızca bir iki kez. Uygun görülmemiş, görüşmemiz.
Ben yine de bağları sıcak tutmaya çalıştım ama olmadı. Başaramadım! Babamı zaten almıştı benden, bari kardeşliğini lütfetseydi. Aynı şehirde, ortamızda bir köprü yalnızca. Aynı şehirde, çok uzak olmasak ta yüreğinin çok uzağına atılan bir ablayım. Uzakta yalnızca bir ablayım. Onunla sadece nüfus kütüğünde adlarımızın yan yana geldiği,bir kardeşim var uzakta. Bir kardeş ,teninin bana benzediği. Bir Pazar sabahı babamı benden alan, bir sevdanın meyvesi. Bir bahar akşamı yağmurların bana getirdiği bir kardeşim var uzakta . Uzakta bir kardeşim var. Teninin rengi bana benzeyen. Aramızda uzunca bir köprü var. Aşılır elbet aşılır, Sadece bu olsa iyi . Yılların ördüğü duvarlar var. Çocukken uçurtmamızın çıtasını kıran, Acımasız taştan olan. Yağmurların uzağında, Bir kardeşim var. Ey yağmurlar uzaktaki kardeşimi getirin bana !
Uzağındaki kardeşe hasret duyan bir dostuma ithafen

Çiçekli Gecelik.

Çocukluğunun geçtiği yayların çiçeklerine sevdası öyle büyüktü ki; o çiçekleri üzerinde taşıyacağı elbiselerinin, eteklerinin olacağı günleri hayal ederdi. Öyle ya; masmavi gökyüzünü içine çekerek yaşadığı yer, köy yeriydi. Yoksulluk , dağların eteklerini terk etmeyen kar gibiydi. Çiçekli geceliğinin hayaline hakimdi yoksulluk.. Köy yeriydi Şehre uzaktı. Afilli mağazalar yoktu .Hoş !Olsa da mağazalar ,çiftçinin kızıydı. Babası şehre ancak ayda bir kez inerdi .Kışın birden de az. Ama yazın babası şehrin yolunu tuttuğunda, şehre inmek istese bunu dile getiremez ,ışık saçan gözleri ile ‘’- Beni de götür baba ‘’ dercesine yalvarırdı gözleri ,kirpiklerini hiç kırpmadan üstelik. Olur da babası insafa gelir, götürürse şehre, pazarın tezgahlarındaki kumaşları gözden geçirecek, o kumaşlarda çiçek de varsa, gözleri ile hevesini giderecekti. Öyle uzun boylu değildi alış verişler. Zaten onun içinde hiç alış verişe gidilmemişti.
Babadan oğula geçen kraliyet sistemi gibi ,ablasına küçük gelen elbiseyi giymek için sırasını bekleyecekti. Elbisenin taht değişiminde, hayalinde çok törenlere alkış tuttu.’’- Elbise benim.Evet ben o elbisenin kraliçesiyim.! ‘’dercesine adımlar atıyordu elbiseyi giydiğinde. Elbiseye uygun çiçek saplarından, mısır püskülünden yaptığı bilezikleri de takmak için öyle heyecanlıydı. Gelin olacağı güne dek ablasına küçük gelen kıyafetleri ilk giydiğinde, merasim yaşarcasına keyifliydi.

Gelin olduğunda da kınası yakılırken giydiği kırmızı kaftanı, bembeyaz teninde peygamber gülü gibiydi. Öylesine kırmızı. Öylesine masum. Kırmızı , sevdanın rengiydi. Ama sevdayı yaşayacağı , ailesi tarafından uygun görülen adamı hiç görmemişti. Yüz görümlülüğü burmalı bilezik ; sevdayı yaşayacağı, çocuklarını doğuracağı adamın ilk hediyesiydi. İlk koynuna girdiğinde bu adamın, giydiği çiçekli geceliği kadınlığının da simgesiydi. Yayların çiçekleri gibi mis kokulu, yaylarının çiçeklerinin rengi gibi göz kamaştırıyordu. Zaten çocuk denecek kadar da küçüktü bu kadın. Kocası saçlarını okşarken , bu küçük kadın burmalı bileziklerinin kıvrımında parmak uçlarını gezdirerek, hayallere dalıyordu. . Öyle kıvrım, kıvrım burmalı bilezik gibi, çiçekli geceliğinin renkleri gibi, deniz gibi mavisinden, kıpkırmızı sevdanın renginden, yemyeşil ve öylesine özgür ağaç dallarının gökyüzüne ulaşmaya çalışırcasına da özgürce , kadınca hayaller. Zaten o yıllarda sadece hayallerinde özgürdü.’’ Benim sadık yarim kara topraktır ‘’ diyen Aşık Veysel’ in türküsü dilinde, penceresinin önündeki çiçeklerin, bahçesine ektiği maydanozun , terenin, çocukları için el açtığı tanrıya sesini duyurmak için, gözlerini diktiği gökyüzünün mavisi de vardı çiçekli geceliğinde . Yüz görümlülüğü aldığı bilezikleri de ilk dara düştüğünde kocası, hiç düşünmeden sıyırıp kolundan, bir mendile sarıp kocasının da gururunu kırmadan, öyle ceketinin cebine iliştiriverirdi. ‘’ -Olsun bey paran olunca yine alırsın, hem daha güzelini ‘’ deyip, kocasının yüzünü elleri ile avuçlayıp, sözlü destek olurdu ertesi gün , beyi ‘’-Sağ ol hanım’’ dediğinde. Bir daha aldı bileziklerden , bir daha satıldı. Çocuklar okula başlamıştı. Bir daha ,bir daha , bir daha alındı. Bir daha , bir daha bir daha ,bozduruldu kuyumcuda ona helalinden alınmış burmalı bilezikleri . Üzülerek vedalaştı aslında her seferinde bileziklerinden. Lakin aç ta kalacağını bilse , bozdurmadı yüzüğünü kuyumcuda. Yüzük, annesinden yadigardı. Bozdurmadı ki o yüzüğü gelin olduğunda , kızının parmağına takacaktı. Üçü de geçmedi bileziklerinin sayısı . İkisini gelinlerine , birini de kızına hediye edilecekti. ‘’-‘’ -Bunlar benden size yadigar olsun. Baktıkça beni , baktıkça bizi hatırlayın ‘’ dercesine kızının ve gelinlerinin ince bileklerinden geçirecekti.

Yaşı ilerlemiş olsa da ki ; kadın kısmı yaşlanmaz , şarap misali değerlenir yıllar artıkça. Ne çiçekli geceliğe hevesi bitti . Ne de burmalı bileziğe. Çünkü geceliğinin çiçeklerinde çocukluğu saklıydı. Kadınlık sıkıştırılmış olsa da geceliğe. Bilezikleri takısı değil, güvencesiydi . Kara gün dostu. Öyle ya ; üç çocuk okutmuş, idealist , sisteme karşı , baş kaldıran bir koca ile memleketinin şehirlerini köy , köy gezmişti. Hesabını da bilmeliydi kadın kişi. Yeşilliğini ekmeli, yoğurdunu mayalamalı, ekmeğini açabilmeliydi. Dikiş de dikebilmeliydi. Bu ananın , bu kadının da yüzünü güldüren çiçekli geceliği, çocuklarının geleceğini düşlediği gecelerinin rengiydi. Şimdilerde ; burmalı bileziklerini kuyumcuya bozdurma korkusu olmadan takabiliyordu. Çünkü kara günlere çok bedel ödemişti. Çiçekli geceliğe gelince; kadın her yaş ta kadındı ve güzel olmak en büyük hakkıydı. Çünkü geceliğinin çiçekleri gibi hayata kattığı renk, değer, yetiştirdiği evlat , akıttığı göz yaşı ve göz yumuşları , hayata inat direnişlere mücadelesi paha biçilmezdi.

Burmalı bileziklerinden daha parlak gülüşleri olan kadın! Geceliğinin çiçeklerinden daha güzelsin. Çünkü sen; kadınsın, anasın her şeysin.

Gülistan Timuroğlu ‘na ithafen 

Bir Oda İstiyorum.

Varsın ,ipek ya da kadife perdesi olmasın penceremin. Camlarını bir basmayla kapatayım, gece olduğunda düşmana karşı.

Varsın, loş olmasın ışık. Kırk mumluk ampul ile aydınlansın. Hani göz yorandan. Rahat olmasın.  Etime batsın, oturduğum kanepe. Ama yorulduğumda, uyumak için uzandığımda, ruhum da göç etsin masal diyarlara. Afillisinden saten boya olmasın duvarları.

Varsın biraz da rutubet süslesin duvarlarını. Süslesin ki; unutmayayım üşümeyi ve yoksulluğu. Yerleri parke, bilmem kaç metre kare olmasın. Gövdemin sığdığı, ruhumu da taşıyacak, hani bir dostu da ağırlayacak, şerefine vurulacak kadehlerin masasının sığacağı, çıplak ayaklarla basacağım taşları olan bir oda istiyorum. Güneşin sızdığı, yağmurların ıslattığı, penceresi olsun yeter. Hani, yıldızları da göreyim yattığım yerden. İlkbahar dan, yaz dan haberi olsun.
Çok bir şey istemiyorum. Yaşamayı hak eden, bir oda istiyorum. Küçücük ama beni taşıyacak, kocaman yürekli bir oda istiyorum.

Varsın, mutfağı küçük olsun. Pişirdiklerimin kokularıyla doysun duvarları. Çok tabak, çanak ta istemiyorum.Sevmiyorum bulaşık yıkamak. Az olsun, ama çiçekleri olsun tabaklarımın. Varsın, ince belli bardaklarım olmasın. Koca, koca bardaklarda içeyim çayımı.Sadece karnımı değil,ruhumu da doyuracak yemekleri pişireceğim mutfağı olan, bir oda istiyorum.
Sadece saçlarımı ve bedenimi yıkayacağım değil, ruhumun da arınacağı sulardan geçeceğim banyosu olan, bir oda istiyorum. Penceresi küçük, mutfağı küçük, banyosu küçük, kocaman yürekli bu odanın, kapısı sağlam olsun. Kilit tutsun.

Öyle canı sıkılınca hüzünler, ne zamandır merhaba diyemedik Cemile ‘ye diyen vedalar, çat kapı giremesin bu kapıdan. Dik dursun. Tavır yapsın. Eyvallahı olmasın kimseye, bu koca yürekli odanın kapısının. Şiir sevsin duvarları. E! Aciz şair yürekli bir kadın, nefes alacak bu odada çünkü. Dağınıklığıma kızmasın. Karalanmış ve yere atılmış kağıtlardan, rahatsız olmasın.

Sevsin dinlediğim türküleri. Tütünüme karışmasın. İçtiğim kahveleri saymasın. İki kadeh içiyorum diye, bana ayyaş muamelesi yapmasın. Hem biraz da ayyaş olmak gerek. Yoksa çekilmiyor dünyanın kahrı. Ağladığım da bana sarılan, güldüğümde tebessüm eden duvarları olan ,bir oda istiyorum. Dünya’nın çirkinliklerinden haberi olmayan, yalanları, yolsuzlukları, insanların ucuzluğunu,kabul görmeyen duvarlara sahip,bir oda istiyorum.

Yazacağım, çizeceğim, haksızlıklara ağız dolusu söveceğim, kimsenin ‘’-ş! sana yakışmaz’’ demeye hakkı olmadığı, bir oda istiyorum. Özlemini çektiğim kedinin tüylerinden rahatsız olmayan, bir oda istiyorum. Her şeyi unutmayı başarabildiğim, duvarlarında umutlarımı ve hayallerimi oynattığım, bir oda istiyorum. Işıktan nasibini almış, bugünü bugün gibi yaşamaya niyetli, yarından da umutlu duvarları olan, bir oda istiyorum.

Tüm evlerin duvarları için;-’’Ah! bir dili olsa da konuşsa’’ denildi. Tüm evlerin duvarlarından, şahitliği beklendi. Ben, benimle aynı dili konuşan duvarları olan, bir oda istiyorum. Kimi zamanda, evlerin duvarları şahit gösterildi. ’’-İşte buraya yazıyorum’’deyip, tükürükle çentik atıldı duvarlara. Ben, mutluluklara şahitlik edecek, hüzünleri de göğsüne gömecek duvarları olan, bir oda istiyorum.

Yargısız İnfaz.

Zihnin oyunları ,şüphe ,ego, kıskançlık, hedefe ulaşma arzusu,ihtiras ile kavrulurken ruhlar ve kalpler alınan kararlar yargısız infazdır.Ne mahkemesi vardır,ne celbi,ne hakimi, ne savcısı, ne de söz hakkı.

Kurallarını ve kanunlarını kendi koyduğu, mahkeme kurar zihninde.Suçsuz olabilme ihtimalinin göz önünde bulundurulmadığı bir mahkemedir.Sanık suçludur her halükarda.Kalem kırılacak,cezası kesilecektir,yargısız infazda.Öyle iyi hal göz önünde bulundurulmaz.Neden ? diye sorulmaz.Adının,sanının,kimliğinin bir önemi yoktur.

Dedim ya ; ’’yargısız infaz’’ Kalem kırılacaktır. Hani şansın yaver gider de,insafa gelir de,söz hakkı verilirse,yanlış anlaşılma açığa çıkacak ,zihninde mahkemeyi kuran tarafından beraatine karar verilecektir.Ama ne beraat? Oysa ; ellerin titremiş ve terlemiştir.Yüreğin yerinden çıkacak gibi atmıştır.Çünkü yargısız infaz da cezan ya idam, ya müebbettir. Bedenlerin sağ bırakılıp,ruhların öldürüldüğü bir idam,bedenlerin serbest bırakılıp ruhların hücrelerde çürütülmeye mahkum bırakıldığı bir müebbettir yaşayacağın.Şimdi ;yanlış anlaşılmadan ötürü beraatine karar verilir.Haydi sevin !ruhuna öldürücü darbeler aldın ama beden ayakta .

Önce boynuna urganı geçirirler.Kızarak,öfkeli, anlamadan.Sonra o urganı gülümseyerek çıkarırlar.Boynuna urganı geçiren,yargısız infazla seni idama mahkum eden ,bir kere ölür aslında.Çünkü seni suçladığı dava onun canını yakmaktadır.Ama sen bin kere ölürsün yargısız infazla.Çünkü aklandığında,boynuna geçirdiği yağlı urganı gülümseyerek çıkaracaktır. Kendini affettirme adına .Ve o gülümseme gitmeyecektir gözlerinin önünden.Bin kere ölürsün bu gülümseme yüzünden.

Üstelik yargısız infaz senin dostça gülüşlerine yapılmıştır.Gülüşlerini öldürmüştür,seni sağ bıraksa da.Güvenini yok etmiştir,seni sağ bıraksa da.Ruhunda kan kaybı vardır,seni sağ bıraksa da.İnançların,onurun zedelenmiştir,seni sağ bıraksa da.bir kez daha tecavüze uğramıştır.Dostluk,kardeşlik ve aşk kelimesi.Dengesi bozulacak,travma yaşayacaktır ,bu üç kelime.Ölüme bir adım kala kurtarılacaktır bu değerler infazdan.Ve duyguların ağır darbeler almıştır.Pişmanlık,izahat,özür her neyse adı,her neyse,gülüşlerinin ölümüne engel olamaz.

Yargısız infazlar ruhuna zedeleyici darbeler vururken,seni sağ bırakmasının bir anlamı yoktur aslında.

Sor! Dinle! Anla! Yargısız infazla ruhların katili olma !

Ruhların idamına kalem kırma !

Sonbahar Sarısı.

Vedaların bir ağıtları vardır, bir de türküleri.

Anadolu da gelin çıkarken, uğurlanırken baba evinden ya davul-zurna çalınır ya da tulum.

Sevinç,hüzün karmakarışıktır .Karmakarışık duygu notaya da yansır nağmeye de. Bir de öleni uğurlarken yakılan ağıtlar vardır ki yürek dayanmaz. Çekilir ruhun gövdenden. Ve ağıtı kadın yakarken, erkeğin yüreğinde volkanlar patlar. Mermi olur gözyaşları konunun komşunun yüreğine saplanır.

Sonbahar sarısıdır yüzler. Sonbahar yağmurları gibi. Sonbahar’ın kışa seslenişi gibi. Gel , gelebilirsen, Al alabilirsen yeşillerimi! dercesine;

-Canım yanıyor !Gel al canımı! dercesine yakılır ağıtlar. Bu duygular anlatmaya çalıştıklarım cenaze evinde yaşanır. Üç günlük dünya diye başlanır söze. Taziye ziyaretlerine gelenlerin konuştukları bilindik. Rahmetler okunur. Sözüm ona teselli edilir. Bilmezler ki şehrin dereleri, denizleri söndürmeyecek yüreğinin yangınını.

-Kurtuldu hastaydı diyecek ziyaretçi. Ama nafile ölenin yakını için bu sözler.

-Nefes alıyordu annem,

– Nefes alıyordu babam , sen geçtin mi acıdan dercesine bakacak gözleri. Acıdan geçen insanlar topluluğudur cenaze evi. Yumruğunu sıka, sıka , içe içe akan yaşlar. Sessizliğin hakim olduğu ama ağıtların kulak köküne ,ruhun dibinde hissedildiği an Yan mahalleden gelen davul-zurna sesi duyulur.

İşte hayat tam da budur. Bir yerde sevinç yaşanırken, ilan edilirken çalgı ile, türkü ile diğer evde ağıtlar davul sesine karışır. Bir taraf gelinlikle uğurlanırken alkış kıyamet, diğer tarafta vedanın rengi Sonbahar sarısıdır.

Oysa kefen de beyazdır. Lakin vedalar ‘’Sonbahar sarısı’’ Ağıtlar karışır davul sesine. Taziyeye gelenlerin yüzünde acı bir gülümseme. İşte hayat böyle diye bir sohbet açılır. Yüreklerinin yangını yetmiyor gibi unutulmaz konuklar. Mahrum bırakılmaz sıcak çaydan. Ev kalabalık,kapı önleri kalabalık, soğuk Sonbahar akşamında ağıtlar davul sesine karışırken,çaylar yudumlanır. Sen , ben, diğeri unutur öleni sohbet bile edilir.Lakin ölenin yakınının dalar gözleri uzaklara. Bedeni orada olsa da ruhu kaybettiğinin yanındadır. Her ne yaşadılarsa birlikte, film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden. Gönül gözüyle bakarsan, sen de görürsün o şeritten geçenleri.

Ağıtlar davul sesine karıştı. Sıkıcı bir sonbahar akşamıydı. Sonbahar sarısı yüzlerin gözlerinden, Sonbahar yağmurları gibi yaşlar aktı. Ağıtlar karışmışken davul sesine, yüreğe düşen ateşin rengi Sonbahar sarısıydı.

Parmaklıklara Takıldı Çocukluğumuz.

Küçükken ,annem hep ‘’uslu dur !’’derdi.Sanki çok yaramazlık yapıyormuşum gibi.Bazen hala nedenini anlayamadığım yasaklara takılırdık.’’Hele bir öğle güneşi geçsin,öyle çıkarsınız sokağa’’ ya da ‘’hava karadı girin artık içeriye.’’

Akşam ezanları ,fabrika işçisinin vardiyasında öten siren sesiydi çocukluğumuzun.Ezan okundu,oyun bitti.Annem galip geldiğini sanıyordu o vakitler.Şimdi öğrenecek.

Ben seni yendim ANNE! Pencereleri unuttun ANNE! Pencerelerden içeri sızan ışığı unuttun!Pencereler ardından benim oyunlarıma devam ettiğim,hayallerime engel olamadın.Yetmiyor gibi demir parmaklıklar takılıydı penceremize.Hiç hoşlanmazdım o parmaklıklardan.Hiç sevmedim o parmaklıkları. O parmaklıklar ardında hayaller kurmaktan,pencere önündeki söğüt ağacımızın dallarına uzanmaktan hiç vazgeçmedim.Işığıma ,güneşime engel olamadı hiçbir gece. Mahkumun avluya havalandırmaya çıkması gibiydi,çocukluğumuzun oyun saatleri.Gerisi belli.Pencere önünde,parmaklıklar ardında,bazen bulutlar üstünde,bazen yıldızlara tutunup,bazen güneşe dokunup,bazen uçabilen,kocaman hayalleri olan,zayıf ,çelimsiz kız çocuğunun üstelik boyu da yetmezken pencereye,taburenin üstüne çıkıp,ışığa duyduğu sevdayı ,küçücük gözleri ile izlemesi olurdu çocukluğumun tarifi.

Beklemeyi çocukken öğrendim demiştim ,size daha önce.O pencere ardında bekleyişlerim olmuştur,annem işten dönecek diye.Allah’ın,gökyüzünün üstünde olduğu öğretildi bize.Üstelik ellerimi göğe açıp,beklediklerimin,hayallerimin gerçek olması için dua etmişliğim çoktur o pencere ardından.Söğüt yaprakları arasından yüzüme vuran güneşin,gözlerimi kamaştırmasına rağmen gözümü gökyüzüne dikip,ettiğim dualarda var çocukluğuma dair.Pencereye boyum yetmediğinde,imdadıma yetişen tahtadan taburenin bir ayağı sakattı.Düşmeyeyim diye, pencere pervazına da sıkı sıkı tutunuyordum üstelik.Işığı görmenin bedeli düşmek olabilirdi ve ben bu bedeli ödemeye hazırdım.

Mevsimleri de yaşadım o pencere ardından.Yağmurlarda ,ellerimi uzattım parmaklıklar arasından.Ellerime düşen yağmur damlalarını ,yüzüme vurdum. Kar yağdığında,pencere önüne düşen karlardan kartopu yaptım.Rüzgarın söğüt yapraklarına galibiyetini de gördüm.Pencere önüne düşen yaprakları,kitaplar arasında kuruttum.Bazen kedimiz Boncuk’un,eve giriş kapısı oluyordu o pencere .Kuyruğunu da parmaklıklara sıkıştırarak üstelik. Ne hikayelerin sesleri çarptı o pencereye.Ne kadınlar saçlarını düzelttiler o pencere camlarında.Sonbaharı sevmeyişim,penceremize vuran solgun rengiydi.Çok salalar yankılandı ,pencerenin parmaklıklarında.O pencere ardında öğrendik,ayrılığın mevsimiymiş Sonbahar.

Yazımın,kışımın,hayallerimin,saçımın örgüsünün,annemin ördüğü kazağın ipliğinin takılı kaldığı,demir parmaklıkların şahitlik yaptığı çocukluğa,özlem var şimdilerde.Lakin ne o pencerelerden var şimdiler de,ne de o parmaklıklar kadar esnek değil demirler. Şimdiler de bedenlere,ruhlara,umutlara,hayallere,sevdalara,inandıklarımıza ve gülüşlerimize takılan kelepçeler var.O kelepçelerin anahtarı,çocukluğumuz gibi bir daha geri gelmeyecek bir yolcunun,cebine saklandı.