Avucunu Yalarsın 2016.

Ne ölecek çocuğumuz, ne akacak kanımız, ne ağlayacak anamız, ne çalınacak hakkımız, ne peşkeş çekilecek toprağımız kaldı.
Sen gelenek dek hepsini aldılar bizden.
Barış pankartlarında ölüler taşındı, kardeşlerine kitap, oyuncak toplamak adına bir araya gelen çocuklarımız öldü.
Bombalar patladı umutlar söndü.
Acının, yokluğun dibini gördük.
Tecavüz, hırsızlık, yalan dolan taştı taştı…
Kötüye, haksızlığa, karanlığa dair her şeyi ama her şeyi yaşadı bu dünya.
Yani acıya dair verecek hiçbir şeyimiz kalmadı.
Yola koyulmuşsun, geliyormuşsun.
Gel!
Hoş gel!
Sefalar getir!
Varayım Dünya’ya da, şu insanlığın anasının emdiği sütü burnundan getireyim diyorsan avucunu yalarsın 2016 avucunu yalarsın!
Burnumuzdan getirilecek süt kalmadı kursağımızda, ağzı süt kokan çocuklar gömdük.
Avucunu yalarsın 2016 sana verecek tek bir acımız yok.
Haberin olsun umuda, barışa, adalete ve insanlığa aç bir dünyaya geliyorsun.
Yüzüne gülücükler, cebine umutlar, kolunun altına ekmek sıkıştır gelirken.

Yoksa bunlar dünya da var sanıyorsan avucunu yalarsın!

Selamı Var Çocukluğumuzun, Üzerimde Kalmasın.

Bahanesi oldu bayram, çocukluğumun geçtiği mahallenin kokusunu duymak için.
Sevmesem de bayramları, bayram bu yol gözlüyor sevdiklerin.
Ben de adet üzere aldım çocuklarımı yanıma, öyle habersiz, öyle çat kapı ağabeyime gittim.
Ağabeyim, hala doğup, büyüdüğümüz mahallede oturuyor.
Mahalleye girdik, çocuklar endişe içinde ”ya dayım evde yoksa, çalacak başka kapı var mı ?” Diye sordular.
”Bu mahallede her kapıyı çalarız” dememe kalmadı, balkondan, pencereden görenler  ”hoş geldin” diye seslendiler.
Bir çoğuyla sarıldık, öpüştük.
İçime çektim kokularını belki çocukluğumu duyarım diye.
Ayak üstü sohbet başladı.
Konuştuk ordan burdan.
Şimdi yerinde yeller esen, gecekondumuzun yerini alan apartmanın önüne geldik.
Ben heyecanla anlatmaya başladım:
”Bak oğlum Burada söğüt ağaçlarımız vardı.”
”Bak şu sağ taraf benim odamdı”
“Şu sol taraf bahçemizin duvarı”
”Tam burada beton set vardı, kapımız tahtadandı”
“Burda tam burda otururduk dayınla, bu setin üstünde” derken, gözüm karşı komşumuzun kapısına ilişti.
Ve ben heyecanla anlatmaya devam ediyorum.
Komşular pencere de, balkon da, beni dinliyorlar.
Özlediğim çocukluğumu anlattığım tek kişilik gösteri benimki.
Seyirci sağlam.
Bazen gülüyor, bazen gözleri doluyor.
Hakkını veriyorlar çocukluğumu anlattığım sahnelerin.
Neyse konuyu değiştirmeyelim.
Gözüm karşı komşunun kapısını ilişti.
Kiracıydı onlar.
Mahalleden benden önce gitmişlerdi.
O kapıyı, pencereyi gördüm aklıma yine gittikleri gün geldi.
Parmaklıklarına yapışıp, ağladığım pencerenin önüne gittim.
Bir ara; ”çalsam kapıyı, girsem içeri döner miyim çocukluğuma, çıkar mı karşıma çocukluk aşkım”? Diye düşündüm.
Evde kimse yoktu.
Işıklar sönük .
Eğer o evde birileri olsaydı bu akşam, çalıp kapıyı  ”iyi bayramlar. Ben bu mahallenin eskisiyim, çocukluğumu ve çocukluğuma ait masum sevgimi özledim . Beş dakika evinizin havasını soluyabilir miyim?” Diyecektim.
Kim bilir çocukluğumu ve sevdamı içime çekerdim ölürken vereceğim son nefeste vermek üzere.
Oturdum kapının önüne.
Gülüyorum öyle saçma salak.
Gülme, ağlama karmakarışık.
Bir sigara yaktım, çektim derin derin.
Ciğerlerimi boğarcasına çektim içime.
Kolay değil!
Özlediğim çocukluğumuz, masum sevmelerimiz, kör ebelerimiz, saklambaçlarımız, diz yaralarımız, bir bir geçti gözlerim önünden.
Ha!
Bir de mahalleden gidişleri bir kez daha geçti gözümün önünden.
Dolan gözlerim akmaya başladı yağmur gibi.
Kolay değil çocukluğumu özledim.
Birden merdivenlere ilişti gözüm o merdivenlerde şarkı söylerdi.
Sesi hala kulağımda.
Gülüşü geldi gözümün önüne.
Güzel gülerdi.
Sonra; yorgun kalktım o kapının önünden.
Vedanın yorgunluğuydu.
Ben bir kez daha vedalaşmıştım çocukluğumla.
Umarım bu yazdıklarımı okursun en masum yıllarımın, en masum sevgisi.
Mahallemize uğradım bugün ”selamı var çocukluğumuzun,üzerimde kalmasın”
Bilmiyorum sen de özlüyor musun?
Ama Çocukluğumuz, sokaklar, evlerimizin bahçeleri, meyve ağaçlarının dalları ve bir sürü şey onlarda bizi özlemiş
Gözlerimizden öpüyor çocukluğumuz.
”Bir türkü yollasın rüzgardan biz de onu özledik” dediler.

Selamı var çocukluğumuzun, üzerimde kalmasın…,

Kırk Tilki.

Uyku firar etmişken yine, annemle az sayıda geçirdiğim çocukluğumdaki zoraki öğle uykuları geldi aklıma.
Annem hep büyüyeceğimizden ümitli,’’çocuğun gıdası uyku ‘’diyerek zoraki yatırırdı bizi öğlenleri.
Büyümemiz için oldukça aceleciydi bence.
Ne olurdu sanki çocuk kalabilseydik.
Zaten çok sürmedi prenses dönemlerim.
Sırtımıza yük öğle uykularına doymadan yüklendi.
Zaten fiziksel olarak çok ta büyüdüğüm söylenemez.
Annem boy atacağımdan hiç ümidini kesmedi.
Baktı ki ufacık kalacağım ; ‘’Aman ! Kısa kısa gül ağacı ‘’ deyip, böyle avuttu kendini.
Gece gece nereden aklıma geldiyse.
Çocukken, yastığa koyar koymaz kafayı uykuya dalardık geceleri.
Şimdi öyle mi?
Babamın tabiriyle; ‘’Kırk tane tilki, kuyruklarını birbirine değdirmeden.’’
Bu sözü ilk duyduğumda çocuktum.
Manasını bilmiyordum ve keşke hiç öğrenmeseydim.
Bir gece salonun ışığı, babamın ayak sesleri, tütünün kokusu, derin of çekişleri uykumdan uyandırdı beni.
Yarı uyur, yarı uyanık salona gittim.
‘’Baba neden oturuyor sun ? Uyusana daha sabah olmadı !’’ Dedim.
‘’Sen yat kızım’’ dedi .
’’Sen yat !’’
‘’Ne oldu baba bir şey mi oldu ?’’ ‘’Yok kızım’’ dedi.
‘’Kafamda kırk tane tilki.’’
Derin bir of daha çıktı dudaklarından.
Üzüldüm.
Sessizce gittim, yattım.
Üzüldüm babama.
Bir de merak sardı beni.
Kırk tilki ne demekti ?
Sabah olduğunda gecenin hüznü ve yorgunluğu babamın gözlerindeydi.
Çocukluk işte.
Okula gidince, unuttum babama üzülmeyi.
Mırıldanmaları da şimdi geldi aklıma.
Kendine cevaplar veriyor, ne yapacağını şaşırdığını dile getiriyordu .
İnsan kendi kendine konuşur muydu ?
Ya da babam deliriyor muydu ?
Bunların aklıma gelişini hatırladım şimdi.
O vakitler babam, benim şimdiki yaşımdan da gençti.
Her uykularımın firarında, beynimde depremler olurken, cevaplarını veremediğim sorulardan yine sınıfta kalacakken, seni daha iyi anlıyorum baba!
Seni, anlamak istemezdim oysa.
Seni anlıyorsam, senin gibiyimdir.
Sana üzüldüğüm o halindeyimdir.
Bana üzülecek, bir ben de yokken üstelik.
Uyku firar etmişken, benle birlikte kaç kişinin uyanık olduğunu, uyuyanların gördüğü rüyaları merak ederim.
Bir gün doğumuna daha şahitlik edecek olmanın ayrıcalığının artık manasızlaşan mutluluğunu hissederek.
Ve sonra uyumak istemediğim öğle uykularını özlerim.
Çoğunlukla uyumazdım zaten.
Annemi kandırırdım gözlerimi yumarak .
Ama ne hayaller kurardım bilseniz.
Ne hayallerim oldu, ne de uykuya doydu gözler.
Uyku firar etmişken, tüm insanlık uyurken, hatta muhabbet kuşlarım bile uyumuşken ,‘’göz göre göre göz yumanlar’’ geldi aklıma.
30 yıl önce babamın, şimdi benim uykularımı kaçıran sebeplerde acaba gözlerini yıllardır yuman, görmek istemeyen, bir ağırlık, bir miskinlik halinde olanların hiç payı yok mu.?
Bu gece de güzel günlere bir mektup daha yazdım.
Deli saçması deyip, buruşturup atacaklarından eminim.
Uyku firar etmişken, uykumun katili puşt düşünceler zihnimi allak bullak etmişken, çoğunuz uyurken ve ben uyanıkken, bir avuç tebessüm getirin gecelere.
Yoksa; Halimiz harap ‘’kırk tilkiyle’’
Üstelik kuyruklarını değdirmeden birbirine….

Bir Avuç Tebessüm.

Şunun şurası 365 gün ömrün var.
Bizlerse ; 30-40 50 -60 yılda yaşayamadıklarımızı senden bekleyecek ,sana yükleyecek kadar umutlu muyuz ?
Yoksa deli mi?
Bilemedim şimdi.

Ya da ne çok acılardan geçtik ki anla halimizi.
Ne çok hayal kırıklıkları, ne mutsuzluklar, ne kayıplar.
Ya ne olur 365 günlük huzur versen kurtarmaz mı ki?
‘’Kurtarır, kurtarır. Senden olsun mutluluklar . hayaller. Bizden de kazanmayan yıl ,bizden can almayan yıl sen ol bari! ‘’
Arkasından konuşmak gibi olmasın ama 2013 ve 2014 pek zalimdi.
Şu romantik kar var ya; Ha işte !
O soğuklarda çok can verdi.
Mezar taşlarında çocukların adı yazıyor.
Ekmek kömüre bulandı, kömür oldukça yetim kazandırdı.
Şimdilik bu kadar söylüyorum .
Ötesini kaldırmıyor yüreğim.
Yani anlayacağın; Ölüme doyduk !
Ekmek kavgası olmasın demiyorum ama diyorum ki eşit getir ekmekleri.
Birimizin ki yağlıyken ,diğerimizin ki yavan olmasın !
Çöp kutularında hala ekmek arıyor insanlar.
Daha ne söyleyeyim ki ?
Emin ol 2015 !
Çok ta matah bir yere gelmiyorsun ama elini vicdanına koy gelirken.
Noel Babanın gerçek olmadığını öğreneli çok oldu.
Zaten Noel Baba bizim şehrimizde görülmedi.
İnsanlık doyumsuz.
Aş ister ,aşk ister ,para ister,ev ister,araba ister .
İster de ister.
Bunların hepsini getirecek kadar bütçede verdiler mi eline bilmiyorum .
Ama ben insanlık adına cebinden para çıkmadan getirebileceğin duygular istiyorum senden.
Huzur getir Sağlık getir.
Mutluluk getir. Ha !
Mümkünse yüreğinde nefret barındıranları geldiğinde gönderebilirsin.
Dengeyi sağla.
Kefelerin eşit olsun.
Biliyor musun ?
İnsanlık gülümserken güzel.
Sen, gelirken bir avuç tebessüm getir yeter.!

Yağmur Yağdı Buralara.

Mesafe :Uzaklık.
Bazen, yanı başında yakınında olsa da uçurumlar vardır arada.
Mesafen o kadar uzak.
Ve bazen kilometreler vardır arada ama sana şah damarın kadar yakındır.
Elin yüreğine değdikçe, hissettiklerin arasındadır.
Hal böyle olunca; uzak uzak olmaktan çıkar.
Kim yakın, kim uzak anlamaya çalıştıkça depremler olur beyninde.
Artçı şokların yılmadığı, yılmadıkça uğradığın kayıplar.
Kaçınız hatırlarsınız bilmiyorum ama kelebeğin güzellik tacını nasıl aldığını anlatan masalı duymuşsunuzdur çoğunuz.
Masal bu ya; Kelebekler ülkesinde güzellik yarışması düzenlenmiş, kelebek halkına duyurusu yapılmıştır.
Şu zengin şımarık kelebekler yarışma için hazırlanırlar.
Kostümler dikilir günler öncesinden, heyecan dorukta, ülkede yarışma sabırsızlıkla beklenir.
Yarışma günü gelir çatar.
Sıra ile kelebekler podyumda yerini alır.
En güzel kostümler ve en iyi makyaja sahip kelebekler sırasıyla süzülürler podyumda.
Bu sırada bir köşede ağlayan bir kelebek vardır.
Bu kelebek elbisesi olmadığından, makyaj malzemelerine sahip olamadığından yarışmaya katılamamıştır.
Durumu fark eden ülkenin en yaşlı kelebeği ,bu genç kelebeğe moral vermek üzere üzülmemesi gerektiğini, yarışmaya katılamamasının onun güzel olmadığı anlamına gelmediğini, anlatmaya çalışır.
Ama nafile gözünün yaşı dinmez kelebeğin.
Kelebekler podyumda güzellikleri ve elbisesi ile küstahça süzülürken, şimşek çakmaya ve yağmur yağmaya başlar. Yarışmacı kelebeklerin makyajları akar, kostümleri berbat hal alır.
Göz kamaştıran güzelliklerinden eser kalmaz.
Çok geçmeden yağmurun yerini güneş alır.
Tüm yarışmacı kelebekler sırılsıklam olmuş,evlerine doğru utanç içinde koşuşturmaya başlarlar.
Yarışmaya kostümü olmadığından katılamayan kelebekse; yağmur yağıp gerçek yüzleri ortaya çıkan kelebeklerin arasında muhteşem rengiyle süzülür.
Çünkü tüm doğallığıyla zaten güzeldir.
Kelebeği fark eden jüri ülkenin en güzel kelebeği olarak onu seçer ve tacı ona verir.
Bu durumu gören diğer süslü kelebekler oldukça kızgın ve de üzgündürler.
Masal bu ya ; ‘’saflık kazanmıştır.’’
Şimdi buralara da yağmur yağdı.
Makyajlar aktı.
Kostümler battı.
Gerçek yüzler ortaya çıktı.
Üstelik ortada süzüle süzüle dolanan bir tek kişi de yok, Çünkü herkes makyajlıydı.
Ortada taç ta yok.
Yağmur yağdı, makyaj aktı.
Yanı başındakilerin ne kadar uzağında olduğunu anladık.
Bu yağmur artık ne kadar şiddetliyse, ne kadar taş toprak varsa, yanı başımızdakiler arasında uçuruma da neden oldu. Yani; bizim masal da kazanan yok!
Herkes kaybetti.
Buralara yağan yağmur bize mesafeyi gösterdi.
Mesafe : Uzaklık
Şah damarım kadar yakın ama aramda kilometreler olanlara, elim yüreğime değdikçe hissettiklerime, selam olsun.!
Bunca yıl çok kış geçirdim onlarla.
Ne makyajımız aktı, ne kostümümüz battı…

Boş Koridorlar.

Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Ayrı vagonlarda, ayrı ayrı yüzlerin, aynı yola doğru yetişme arzusu.
Aynı ağaçların dallarının çarptığı camlardan, sisli, puslu, bazen güneşli önünden geçenleri izlemek gibi.
Varılan yer aynı olsa da, ayrı dünyalardan gelmiş gibi karşılanmak.
Aynı camların ardından, ayrı ayrı hayalleri kurmak gibi. Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Trenin koridorlarından geçen hayatların ayak izlerini görmezden gelip, üstüne basa basa kendi hikayenle çığırtkanlık etmek gibi yaşamak.
Hiç hatırlamayacağın yüzlerle yol almak. Birlikte yol aldığın yüzlerin, bir tebessüme hasret kalmak.
Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Yorucu, gürültülü.
Ne tuhaf ki bir o kadar da sessiz.

Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Demir rayların üzerinde olmaktan korkmamak ama tanrıya da yaşam için yalvarmayı unutmamak.

Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
onca insanın içinde, trenin boş koridorlarında yalnızlığında kaybolmak.

Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Gündüz çekiliyor çekilmesine de; Gece olduğunda demir rayların soğukluğunu kalbinde, koridorların boşluğunu ruhunda hissetmek.

Mektubun Var Çocuk.

Soğuk duvarların dibinden, parmaklıklar arasından yazılmış mektubun var çocuk!
Sağ olsun postacı geciktirmedi babadan oğla yazılmış mektubu.
E kör talih!
Bu bayram mektubunu değil de babasını getirseydin ya çocuğun.
Mektubun var çocuk!
Hasretin, özlemin, satırlarda yer aldığı, mürekkeple değil, göz yaşı ile yazılmış mektubun var.
Mahkum babandan, zarfın üzerinde görülmüştür damgalı mektubun var çocuk.
Tıpkı açık görüşlerde elin üzerine vurulan damga kadar soğuk ve sertçe vurulmuş ‘’görülmüştür’’.
Güneşin uğramadığı yere bayram gelir mi?
Güneşsiz ama güneşi hayal ederek sana yazılan mektubun var çocuk!
Gökyüzünden uzak, gökyüzüne hasret, gökyüzü kadar mavi mürekkeple yazılmış, bayramsız avlulardan yazılmış, sana yazılmış üstelik gözlerinden de öpen mektubun var çocuk!
Babandan mektup aldığın değil, babanla bayram namazlarından döndüğün bayramların olsun çocuk…4

Çocuktuk Bir Vakit.

Kar da yağmadı ki şehrime. Yağarsa korkarım mevsimi değil.
Her kar düştüğünde bu şehre, gözümün önünde tekrar tekrar canlanan hatıram, bugün arkadaşımın kurduğu bir cümle ile gözlerimin önüne geldi.
Eylül! sen  de şaşırdın. Bak bana neleri hatırlattın.
Uzun zamandır yazayım mı ?yazmayayım mı ? diye kararsızken, hep kar yağmasını bekledim.. Ama karlar gelmiyor bu şehre. Sonra sadece kar yağmasını beklemenin ne kadar yanlış olduğunu anladım.
Okulların açılmasıyla, şahit olduğum küçük bedenlerin, taşıdığı kocaman okul çantaları alıkoyamadı beni bu anımı sizle paylaşmaktan.
Yıl 1983 . Kış kıyamet  gibi. Kar yağdı mı yağardı. Şimdiki yalancı karlar gibi değil. Su saatleri genellikle evin bahçesinde olurdu. Gecekondu çocuklarındanım ben. Su saati dondu mu annem külle saati ısıtırdı ki su aksın. Ah! Bir de sobanın külünde patates pişirirdi ki sorma gitsin.! Kar  topu oynardık. Leğende ya da poşetlerin üstünde kıçımız kırana kadar kayardık. Of! Uludağ, KarTepe’ de ki kayak pisti halt etmiş .
Hoş! O vakit habersizdik de Uludağ’ dan  filan. İşçinin  çocuğuydum ben. İşçinin çocuğuydum ama onur duyarım. Selam olsun nasırlı ellere!
83 yılının sanırım Aralık ayıydı. Bir kar var İstanbul da hala özlerim o karı. Ufacık, tefecik bir şeyim. Öğretmenim kucağına alabiliyordu beni o kadar ufak. Şimdi selvi gibiyim maaşallah. Şimdi ben çoğunuzun gözünün önüne geldim ve gülüyorsunuz biliyorum.
Öyle kar yağdı diye okullar tatil olmazdı. Kırmızı botlarım, kırmızı çiçekli şapkam ve kırmızı okul çantam. Sırt çantaları da yoktu o vakit. Belki de vardı benim haberim olmadı.
Bir elinde kulpundan tutup çantamı, diğer elimde beslenme kutumu taşıyordum. Beslenme kutum da kırmızıydı. O zamanlardan belliymiş rengim. Okul ile ev  arası küçük ayaklarımla sayarsak 1.500 metre. Çantam, beslenmem elimde, karları yara yara  okul yolunu tutuğum bir sabahtı. Hava yeni aydınlanmışken, gökyüzünün aldığı renk ile karın muhteşem beyazının buluşması göz kamaştırıyordu. Çocukluğumdan beridir gökyüzüne sevdam.
Ben iki adım ileri, üç adım geri, düşe, kalka okula ulaşmaya çalışırken ve yine düşerken yolda esmer, siyah saçlı,ceylan gibi gözlü bir abla yerden kaldırdı beni ‘’canım’’ diyerek. Yanaklarım elma gibi olmuş soğuktan. Şapka da kırmızı olunca, beyazın içinde kırmızı bir çocuk . ‘Sen tatlı bir şeysin ‘’diyerek beni yerden kaldırdı. Üzerimdeki karları temizledi .
‘’Seni okula ben götüreyim ne dersin? ‘’ diyerek, elimden tuttu. Bir kaç adımdan sonra beni kucağına aldı .Tek koluyla kucağında tutarken beni, diğer eliyle çantamı taşıyordu. Sorular soruyordu bana. Konuştuğumuzu hatırlıyorum ama ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Keşke adını sorsaydım.
Okula yaklaştık .Okulun tam karşısında pastane vardı .Bana poğaça ve muz aromalı süt aldı. Utandım . ‘’ Ben süt sevmem!‘’ diyemedim. Ama ona ayıp olmasın diye o sütü de içtim. İçtiğim sayılı sütlerden olsa da o sütün tadı gitmez damağımdan. .
‘’Bunları ye oldu mu?’’ diye de tembih etti.
‘’Yemezsen kuşlar bana söyler gelirim yine!’’ dedi .
Keşke yemeseydim! diye pişmanlık duyup, belki kuşları  beni ona şikayet eder, tekrar gelirdi diye düşündüm günler sonra.
Okulun bahçesinde bırakmakla yetinmeyen, ceylan gözlü o güzel kadın sınıfıma kadar bıraktı beni. Sınıfın kapısını tıklattık. Kapı açıldığında öğretmenim sobaya odun atıyordu.
Öğretmenim:
‘’Nerede kaldın cimcimem merak ettim’’  derken ki sesinin tınısı ve sobada  yanan odunun çıtırtısı gitmiyor kulağımdan. Ceylan gözlü o güzel kadın öğretmenime nasıl tanıştığımızı anlattı. Teşekkür etti öğretmenim ceylan gözlü kadına.
Beni öptü, kokladı, vedalaştık. ‘’Güle güle!‘’ dedim. Güle güle!
Keşke adını sorsaydım.
Bu anımı neden mi anlattım ?
Aman! Bana ne mi diyorsun? De!  duymuyor seni kulağım.
Ama şunu unutma! Eskiden çocukları severdik. Hem de çok severdik.
Ve çocuklar korkmazdı tanımadıkları büyüklerinden.
Ve şunu da hatırlatayım dedim:
Yükümüz hep ağırmış çocukluktan beri. Okul çantamız gibi.
Kırmızı okul çantamda  taşıdığım kitaplarım!  Neredesiniz?
Çocukluğumla birlikte geri gelir misiniz.?
Geçen gün öğretmenimle konuştum. ‘’Seninle gurur duyuyorum ‘’ dedi.
Bana nasıl bir onur bahşetti.
Bana okuma yazmayı öğreten Saliha hocama selam olsun!
Beni kucağında okula götüren o ceylan gözlü esmer kadına selam olsun.!
Ve hatırlatmak istediğim son şey ;
‘’Çocuktuk bir vakit ve o vakitler ne güzeldik.’’

Onuru İle Ölmek.

”Son Samuray” filmini çoğunuz izlemişsinizdir. Ve beni etkileyen filmler arasındadır.
Ben de iz bırakan bir filmdir. Savaşçı bir ruh vardır o filmde.
İnanç vardır. Kazanma tutkusu, kazanmak için çaba, kendini tanıma, adam satmamak vardır filmde.
Bunlar değildi beni etkileyen yalnızca.
Sesinin kulağımdan, fotoğrafın gözümün önünden gitmeyeceği son sahne.
Savaş bitene dek çok can kaybı olmuş ve savaşçı lider bu durumu onuruna yedirememiş ”Bırak ta onurumla öleyim” diyerek, kan revan içinde kılıcı karnına saplamaya dermanı yokken, kılıcı karnına saplama da yardımcı olması için adeta yalvarmıştır.
”Bırak onurumla öleyim!”
Yıllar önce izlemiştim ama hafızama kazınanlar bunlar.
Kaybetmenin de bazen kazanmak olduğunu, sana inananları, yürüdüğün yolda arkandan gelenleri yarı yolda bırakmamanın ne demek olduğunu, kaybederken kazanırken de onuru yitirmemenin ne demek olduğunu anlatan benim için çok özel bir filmdi.
İnandığımız ve yürüdüğümüz yolda, arkasına takıldığımız değerlerin, liderlerin manasız sidik yarışları, mağlubiyeti kabul etmeyişleri bizi başka bir uçuruma sürüklerken, bizim için değil, yalnızca kendileri için yarıştıklarını görürken, bu filmin aklıma gelmesini pek manidar bulanlar olacaktır.
Ancak; Bazen kaybettiğini kabul etmek kazançtır.
Kabul etmeli ki hataları görebilmeli, bakabilmeli aynada kendine.
Çekilebilmeli.
Kimseye onursuz demiyorum ne haddime ?
Harakiri de yapsın demiyorum.
Zaten harakiri Japon’lara mahsus.
Ama diyorum ki, onuru ile ölmek filmlere ait konu olmasın.
Ölmesin kimse ama ona inanların onurunu kaybetmesine de izin vermesin.
Kaybettiğini kabul etmediğin sürece asla kazanamazsın.

Bir Yusuf Tanıdım. “Yusuf’un Yüreği Gerek Bize”

Yazsam mı ? Yazmasam mı ? diye düşündüm. Ama bir Yusuf tanıdım ki o satırlarımda olmalıydı dedim kendime. Olmalıydı çünkü tükeniyordu insanlığın nesli.
Ağladığında ‘’zavallı’’, güldüğünde ‘deli yahu! ‘’ denilecek hale gelmişken dünya, onur, gurur ve adalet yalnızca isimken artık Yusuf’ u yazmalıydı kalem.
Bir Yusuf tanıdım. Henüz 8 yaşında. Dişlerini yeni döküyor, dilini vura vura konuşuyor damağına. Hazır cevap. 8 yaşında ama Yusuf çoktan büyümüş . Çünkü eve, annesine kazandığı parayı götürüyor. Aman Cemile öf ! hikaye bilindik diyebilirsin .
Yo! bilindik değil.
Geçtiğimiz günlerde arkadaşlarımla yemek yerken, ufacık- tefecik esmer güzeli bir çocuk elinde poşet, içinde mendiller, mendilleri bize satabilmek için yanaştı masamıza. Bu arada saat epey geç olmuştu .Yani o saatlerde sen, ben o yaştaki çocuğu ölsek sokağa salmayız yalnız başına. Masamıza yanaştı. Öyle güzel ki; kör edercesine ışık saçıyordu gözleri. Masada altı kişiydik. Hepimiz para verdik. O arada her birimiz sorular soruyoruz Yusuf’a
-Kaç yaşındasın ?
-Kardeşin var mı ?
-Okula gidiyor musun?
-Aç mısın ?
-Yemek yer misin ?
Hem bize cevap verip, bir taraftan da paraları sayıyordu.
Bu arada arkadaşlarımdan bir tanesi bir soru daha sordu .
-Sus ! dedi ona.
– Kafamı karıştırma! Hesap yapıyordu çünkü.
Biz olduğunca içten gülüyoruz .Çünkü bir çocuk güldürüyor yüzümüzü tüm masumiyetiyle.
Her birimize mendiller dağıtmaya ve para üzerini vermeyene kalkmasın mı !
-Hayır ! dedik. O paralar senin. Mendilleri de istemiyoruz mendiler de sende kalsın.
Aldığımız cevap her birimizi dağıttı.
‘’-Ben dilenci değilim. Parayı verdiniz mendilleri alacaksınız! ‘’demesin mi.?
Israr kıyamet biz .
Bu sefer sesini yükseltti Yusuf
‘’-Ben dilenci değilim . Madem para verdiniz, mendilleri alacaksınız !’’
Masada her birimiz kadındık ve anaydık . Yusuf’u görünce benle birlikte eminim ki diğer arkadaşlarımın da gözünün önünden çocukları geçti.
Yusuf masaya gelmeden önce Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşmışken konuştuğumuz konu siyasetti.Yusuf’u görünce tekrar dile getirdim .‘’Biz adalet istiyorduk ,eşitlik istiyorduk.Acaba hangi siyasete gönül veren, lider olmak isteyen sağlayacaktı bu eşitliği? Merak ediyorum doğrusu. Biz ,evrendeki her çocuğun çocuk gibi yaşayamadığını tekrar gördüğümüzde kıyıldı içimiz. Ya çocuklar çocuk gibi yaşamlıydı ,ya da adaletsizlikle çocuklar aynı evrende olmamalıydı.
Yalnızca bu değil bu yazıyı sizle paylaşmamın nedeni.
Yusuf gibi onurlu olmalıydık . Çünkü onurumuzu kaybettik. Rant, mevki, makam için dilleri dışarıda geziyor çoğu. Adaletsizliğin sebebi de bu çanak tutanlar.
Yusuf gibi gururlu olmalıydık. Haykırmalıydık insanlığı satın almak isteyenlerin yüzüne.
Yusuf gibi dürüst olmalıydık .Kuruşa tenezzül etmemeliydik, çalmamalıydık.
Yusuf gibi kanaatkar olmalıydık.
Biz Yusuf olmayı becerebilseydik, mendil satan çocuklar olmayacaktı.
Bir Yusuf tanıdım. 8 yaşında ama çoktan adam olmuş. Üstelik duruşu, karakteri ,onuru olan bir adam .
Bir Yusuf tanıdım utandım insanlıktan.
Yusuf’ların gözünün ışığı sönmesin.