Avucunu Yalarsın 2016.
Yoksa bunlar dünya da var sanıyorsan avucunu yalarsın!
Yoksa bunlar dünya da var sanıyorsan avucunu yalarsın!
Selamı var çocukluğumuzun, üzerimde kalmasın…,
Uyku firar etmişken yine, annemle az sayıda geçirdiğim çocukluğumdaki zoraki öğle uykuları geldi aklıma.
Annem hep büyüyeceğimizden ümitli,’’çocuğun gıdası uyku ‘’diyerek zoraki yatırırdı bizi öğlenleri.
Büyümemiz için oldukça aceleciydi bence.
Ne olurdu sanki çocuk kalabilseydik.
Zaten çok sürmedi prenses dönemlerim.
Sırtımıza yük öğle uykularına doymadan yüklendi.
Zaten fiziksel olarak çok ta büyüdüğüm söylenemez.
Annem boy atacağımdan hiç ümidini kesmedi.
Baktı ki ufacık kalacağım ; ‘’Aman ! Kısa kısa gül ağacı ‘’ deyip, böyle avuttu kendini.
Gece gece nereden aklıma geldiyse.
Çocukken, yastığa koyar koymaz kafayı uykuya dalardık geceleri.
Şimdi öyle mi?
Babamın tabiriyle; ‘’Kırk tane tilki, kuyruklarını birbirine değdirmeden.’’
Bu sözü ilk duyduğumda çocuktum.
Manasını bilmiyordum ve keşke hiç öğrenmeseydim.
Bir gece salonun ışığı, babamın ayak sesleri, tütünün kokusu, derin of çekişleri uykumdan uyandırdı beni.
Yarı uyur, yarı uyanık salona gittim.
‘’Baba neden oturuyor sun ? Uyusana daha sabah olmadı !’’ Dedim.
‘’Sen yat kızım’’ dedi .
’’Sen yat !’’
‘’Ne oldu baba bir şey mi oldu ?’’ ‘’Yok kızım’’ dedi.
‘’Kafamda kırk tane tilki.’’
Derin bir of daha çıktı dudaklarından.
Üzüldüm.
Sessizce gittim, yattım.
Üzüldüm babama.
Bir de merak sardı beni.
Kırk tilki ne demekti ?
Sabah olduğunda gecenin hüznü ve yorgunluğu babamın gözlerindeydi.
Çocukluk işte.
Okula gidince, unuttum babama üzülmeyi.
Mırıldanmaları da şimdi geldi aklıma.
Kendine cevaplar veriyor, ne yapacağını şaşırdığını dile getiriyordu .
İnsan kendi kendine konuşur muydu ?
Ya da babam deliriyor muydu ?
Bunların aklıma gelişini hatırladım şimdi.
O vakitler babam, benim şimdiki yaşımdan da gençti.
Her uykularımın firarında, beynimde depremler olurken, cevaplarını veremediğim sorulardan yine sınıfta kalacakken, seni daha iyi anlıyorum baba!
Seni, anlamak istemezdim oysa.
Seni anlıyorsam, senin gibiyimdir.
Sana üzüldüğüm o halindeyimdir.
Bana üzülecek, bir ben de yokken üstelik.
Uyku firar etmişken, benle birlikte kaç kişinin uyanık olduğunu, uyuyanların gördüğü rüyaları merak ederim.
Bir gün doğumuna daha şahitlik edecek olmanın ayrıcalığının artık manasızlaşan mutluluğunu hissederek.
Ve sonra uyumak istemediğim öğle uykularını özlerim.
Çoğunlukla uyumazdım zaten.
Annemi kandırırdım gözlerimi yumarak .
Ama ne hayaller kurardım bilseniz.
Ne hayallerim oldu, ne de uykuya doydu gözler.
Uyku firar etmişken, tüm insanlık uyurken, hatta muhabbet kuşlarım bile uyumuşken ,‘’göz göre göre göz yumanlar’’ geldi aklıma.
30 yıl önce babamın, şimdi benim uykularımı kaçıran sebeplerde acaba gözlerini yıllardır yuman, görmek istemeyen, bir ağırlık, bir miskinlik halinde olanların hiç payı yok mu.?
Bu gece de güzel günlere bir mektup daha yazdım.
Deli saçması deyip, buruşturup atacaklarından eminim.
Uyku firar etmişken, uykumun katili puşt düşünceler zihnimi allak bullak etmişken, çoğunuz uyurken ve ben uyanıkken, bir avuç tebessüm getirin gecelere.
Yoksa; Halimiz harap ‘’kırk tilkiyle’’
Üstelik kuyruklarını değdirmeden birbirine….
Şunun şurası 365 gün ömrün var.
Bizlerse ; 30-40 50 -60 yılda yaşayamadıklarımızı senden bekleyecek ,sana yükleyecek kadar umutlu muyuz ?
Yoksa deli mi?
Bilemedim şimdi.
Mesafe :Uzaklık.
Bazen, yanı başında yakınında olsa da uçurumlar vardır arada.
Mesafen o kadar uzak.
Ve bazen kilometreler vardır arada ama sana şah damarın kadar yakındır.
Elin yüreğine değdikçe, hissettiklerin arasındadır.
Hal böyle olunca; uzak uzak olmaktan çıkar.
Kim yakın, kim uzak anlamaya çalıştıkça depremler olur beyninde.
Artçı şokların yılmadığı, yılmadıkça uğradığın kayıplar.
Kaçınız hatırlarsınız bilmiyorum ama kelebeğin güzellik tacını nasıl aldığını anlatan masalı duymuşsunuzdur çoğunuz.
Masal bu ya; Kelebekler ülkesinde güzellik yarışması düzenlenmiş, kelebek halkına duyurusu yapılmıştır.
Şu zengin şımarık kelebekler yarışma için hazırlanırlar.
Kostümler dikilir günler öncesinden, heyecan dorukta, ülkede yarışma sabırsızlıkla beklenir.
Yarışma günü gelir çatar.
Sıra ile kelebekler podyumda yerini alır.
En güzel kostümler ve en iyi makyaja sahip kelebekler sırasıyla süzülürler podyumda.
Bu sırada bir köşede ağlayan bir kelebek vardır.
Bu kelebek elbisesi olmadığından, makyaj malzemelerine sahip olamadığından yarışmaya katılamamıştır.
Durumu fark eden ülkenin en yaşlı kelebeği ,bu genç kelebeğe moral vermek üzere üzülmemesi gerektiğini, yarışmaya katılamamasının onun güzel olmadığı anlamına gelmediğini, anlatmaya çalışır.
Ama nafile gözünün yaşı dinmez kelebeğin.
Kelebekler podyumda güzellikleri ve elbisesi ile küstahça süzülürken, şimşek çakmaya ve yağmur yağmaya başlar. Yarışmacı kelebeklerin makyajları akar, kostümleri berbat hal alır.
Göz kamaştıran güzelliklerinden eser kalmaz.
Çok geçmeden yağmurun yerini güneş alır.
Tüm yarışmacı kelebekler sırılsıklam olmuş,evlerine doğru utanç içinde koşuşturmaya başlarlar.
Yarışmaya kostümü olmadığından katılamayan kelebekse; yağmur yağıp gerçek yüzleri ortaya çıkan kelebeklerin arasında muhteşem rengiyle süzülür.
Çünkü tüm doğallığıyla zaten güzeldir.
Kelebeği fark eden jüri ülkenin en güzel kelebeği olarak onu seçer ve tacı ona verir.
Bu durumu gören diğer süslü kelebekler oldukça kızgın ve de üzgündürler.
Masal bu ya ; ‘’saflık kazanmıştır.’’
Şimdi buralara da yağmur yağdı.
Makyajlar aktı.
Kostümler battı.
Gerçek yüzler ortaya çıktı.
Üstelik ortada süzüle süzüle dolanan bir tek kişi de yok, Çünkü herkes makyajlıydı.
Ortada taç ta yok.
Yağmur yağdı, makyaj aktı.
Yanı başındakilerin ne kadar uzağında olduğunu anladık.
Bu yağmur artık ne kadar şiddetliyse, ne kadar taş toprak varsa, yanı başımızdakiler arasında uçuruma da neden oldu. Yani; bizim masal da kazanan yok!
Herkes kaybetti.
Buralara yağan yağmur bize mesafeyi gösterdi.
Mesafe : Uzaklık
Şah damarım kadar yakın ama aramda kilometreler olanlara, elim yüreğime değdikçe hissettiklerime, selam olsun.!
Bunca yıl çok kış geçirdim onlarla.
Ne makyajımız aktı, ne kostümümüz battı…
Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Ayrı vagonlarda, ayrı ayrı yüzlerin, aynı yola doğru yetişme arzusu.
Aynı ağaçların dallarının çarptığı camlardan, sisli, puslu, bazen güneşli önünden geçenleri izlemek gibi.
Varılan yer aynı olsa da, ayrı dünyalardan gelmiş gibi karşılanmak.
Aynı camların ardından, ayrı ayrı hayalleri kurmak gibi. Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Trenin koridorlarından geçen hayatların ayak izlerini görmezden gelip, üstüne basa basa kendi hikayenle çığırtkanlık etmek gibi yaşamak.
Hiç hatırlamayacağın yüzlerle yol almak. Birlikte yol aldığın yüzlerin, bir tebessüme hasret kalmak.
Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Yorucu, gürültülü.
Ne tuhaf ki bir o kadar da sessiz.
Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Demir rayların üzerinde olmaktan korkmamak ama tanrıya da yaşam için yalvarmayı unutmamak.
Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
onca insanın içinde, trenin boş koridorlarında yalnızlığında kaybolmak.
Tren yolculuklarına benziyor yaşamak.
Gündüz çekiliyor çekilmesine de; Gece olduğunda demir rayların soğukluğunu kalbinde, koridorların boşluğunu ruhunda hissetmek.
Soğuk duvarların dibinden, parmaklıklar arasından yazılmış mektubun var çocuk!
Sağ olsun postacı geciktirmedi babadan oğla yazılmış mektubu.
E kör talih!
Bu bayram mektubunu değil de babasını getirseydin ya çocuğun.
Mektubun var çocuk!
Hasretin, özlemin, satırlarda yer aldığı, mürekkeple değil, göz yaşı ile yazılmış mektubun var.
Mahkum babandan, zarfın üzerinde görülmüştür damgalı mektubun var çocuk.
Tıpkı açık görüşlerde elin üzerine vurulan damga kadar soğuk ve sertçe vurulmuş ‘’görülmüştür’’.
Güneşin uğramadığı yere bayram gelir mi?
Güneşsiz ama güneşi hayal ederek sana yazılan mektubun var çocuk!
Gökyüzünden uzak, gökyüzüne hasret, gökyüzü kadar mavi mürekkeple yazılmış, bayramsız avlulardan yazılmış, sana yazılmış üstelik gözlerinden de öpen mektubun var çocuk!
Babandan mektup aldığın değil, babanla bayram namazlarından döndüğün bayramların olsun çocuk…4
”Son Samuray” filmini çoğunuz izlemişsinizdir. Ve beni etkileyen filmler arasındadır.
Ben de iz bırakan bir filmdir. Savaşçı bir ruh vardır o filmde.
İnanç vardır. Kazanma tutkusu, kazanmak için çaba, kendini tanıma, adam satmamak vardır filmde.
Bunlar değildi beni etkileyen yalnızca.
Sesinin kulağımdan, fotoğrafın gözümün önünden gitmeyeceği son sahne.
Savaş bitene dek çok can kaybı olmuş ve savaşçı lider bu durumu onuruna yedirememiş ”Bırak ta onurumla öleyim” diyerek, kan revan içinde kılıcı karnına saplamaya dermanı yokken, kılıcı karnına saplama da yardımcı olması için adeta yalvarmıştır.
”Bırak onurumla öleyim!”
Yıllar önce izlemiştim ama hafızama kazınanlar bunlar.
Kaybetmenin de bazen kazanmak olduğunu, sana inananları, yürüdüğün yolda arkandan gelenleri yarı yolda bırakmamanın ne demek olduğunu, kaybederken kazanırken de onuru yitirmemenin ne demek olduğunu anlatan benim için çok özel bir filmdi.
İnandığımız ve yürüdüğümüz yolda, arkasına takıldığımız değerlerin, liderlerin manasız sidik yarışları, mağlubiyeti kabul etmeyişleri bizi başka bir uçuruma sürüklerken, bizim için değil, yalnızca kendileri için yarıştıklarını görürken, bu filmin aklıma gelmesini pek manidar bulanlar olacaktır.
Ancak; Bazen kaybettiğini kabul etmek kazançtır.
Kabul etmeli ki hataları görebilmeli, bakabilmeli aynada kendine.
Çekilebilmeli.
Kimseye onursuz demiyorum ne haddime ?
Harakiri de yapsın demiyorum.
Zaten harakiri Japon’lara mahsus.
Ama diyorum ki, onuru ile ölmek filmlere ait konu olmasın.
Ölmesin kimse ama ona inanların onurunu kaybetmesine de izin vermesin.
Kaybettiğini kabul etmediğin sürece asla kazanamazsın.